Geçmişin Gölgesi Bugünümüze Düşer
Günlük hayatta hepimiz istesek de istemesek de insanları kategorilere ayırıyoruz. Birinin yanında diken üstünde iken, başka birinin yanında ise çok rahat hissedebiliyoruz. Bazıları ile sadece aynı ortamda bulunmak bile bizi çileden çıkarabiliyor ya da kendimizi çok güçsüz hissedebiliyoruz. Psikoloji de aktarım diye ifade edilen bu durum insan ilişkilerinin her çeşidin de kendisini göstermektedir.
Aktarım (transferans), geçmişte ebeveynlerimize karşı ya da hayatımızda önemli bir yeri olan kişilere karşı hissettiğimiz duygu, düşünce ve davranışlarımızın bilinçsiz bir şekilde şu anda hayatımızda olan kişilere yönelmesidir. Psikanalizin kurucusu Sigmund FREUD, aktarımın tehlikesini şöyle ifade etmiştir; kişinin yaşananları geçmişin yansımaları değil de sanki yeni yaşanan deneyimlermiş gibi kabul etmesidir. Tabir-i caizse; geçmişimiz fatura kesmeye devam etmektedir lakin fatura yanlış kişilere kesilmektedir.
Biriyle tanıştığımız anda ondan çok hoşlanıyor ya da hiç hoşlanmıyorsak ve bunun nedenini bilmiyorsak aktarım iş başında olabilir. Aktarım bilinçdışı bir süreç olduğu için; aktarımı gösteren işaret, bir şeyin olduğunu fark ettiğimiz fakat neyi fark ettiğimizi bilmediğimiz duygusudur. Bir şeylerin farkındayızdır ama neyin?
“Geçmiş Şimdi Olduğunda” kitabının yazarı, Dr. David RİCHO, Bir şeyin içine hapsolmakla (aktarım/geçmiş) yalnızca o şeye tanık olmak (şu an) arasındaki farkı nasıl bilebiliriz? Sorusunu şöyle yanıtlıyor: Sahilde bulutlar hareket ederken otururuz. Oturduğumuz ve kendimiz hareket etmeksizin yalnızca bulutların hareketlerini fark ettiğimiz sürece “tanıklık” ediyoruz demektir. Bulutları gözlerimizle izliyor, boynumuzu uzatıyor ve belki bulutlarda kimi şekiller görüyorsak yalnızca tanıklık etmiyoruz demektir. Tanık değiştirici hiçbir yorum yapmadan gerçeği gören kişidir. Hapsolmak ise geçmişimizin penceresinden bakıp olaylara kişisel/kalıplaşmış anlamlar atfetmektir. Saplanıp kalmak, gerçekliği olduğu gibi kabul etmeyi ve bulunduğu yerden ileri gitmeyi reddetmek anlamına gelir.
Çocukluk döneminde, anne baba bir çocuğun üzerinde ölüm kalım derecesinde etkiye sahiptir. Hayatta kalabilmemiz, anne babamızın verdiği bakıma bağlı olduğu için çocuk ebeveynine göre şekil almak yani onları memnun etmek zorundadır. Şimdiki ilişkilerimizde aktarım devreye girdiğinde, memnun etme ihtiyacı da ortaya çıkabilir. Sevilmek ve hayatta kalmak için ötekine muhtaç olma inancı tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi bilinçsizce ilişkimizin içine işler ve böylece ilişkimizin akıbetini bilinçli tercihlerimize değil bilinçsiz inançlarımızın insafına bırakmış oluruz.
Alice Miller’a göre; Bir çocuğun hayatının başlangıcında maruz kaldığı müthiş eziyetleri unutması ve kendisine bunları yapan kişiyi idealize etmesi mümkündür. Ancak bunun ardından yaşanan olayların doğası, erken dönemde yaşanan bu eziyetlerin bütün hikâyesinin bir yerlerde biriktirildiğini ortaya çıkarır. Mesela; Kötü muamele gördüğümüz ilişkileri devam ettirebiliriz. Bildiğimiz cehennem bilmediğimiz cennetten iyidir sözünden de anlaşılacağı gibi; Tanıdık olan şeyler bizim için daha değerliymiş gibi görünür. Yetişkinliğimizde bir ilişki kötü gittiğinde veya fiziksel ya da ruhsal şiddet gördüğümüzde kendimizi bu ilişkiden kurtaracak kadar gücümüz olmadığına inanabiliriz. Bu güçsüzlük inancı bizim için şu andaki durumumuzu yansıtan bir şey değil, geçmişin bir hatırasıdır.
Kötü muamele gören bir çocuk, kendisini ana babasız hissetmemek için, anne babasının kendisi hakkındaki olumsuz yargılarını haklı görerek onları koruyabilir. Gördüğü kötü muameleyi kendi hatası olarak görebilir ve cezayı hak ettiğini düşünebilir. Bu durumu David RİCHO; Ruh tacizin varlığını kabul etmekten çok anne babayla yakınlık kurmak ister, diye tarif etmiştir. Fairbain ise bu durumu şöyle yorumlar; Tanrının yarattığı bir dünyada günahkâr olarak yaşamak, şeytanın yarattığı bir dünya da yaşamaktan iyidir.
Bir çocuk için anne babası tarafından terk edilmek ya da onların kaybı bir ölüm kalım meselesiyken neden eşinden/sevgilisinden ayrılmış biri bunu tarifi imkânsız bir acı, hatta ölüm gibi deneyimler? Aktarımın en yaygın göstergeleri; duruma uygun olmayan yoğun duygusal tepkiler, bir ilişkiyi yürümediği halde devam ettirmek, ani tepkiler vermek, karşımızdakini açıklayamadığımız bir şekilde çekici ya da itici bulmak, karşımızdakilerin davranışlarını kişiliğimize yönelik algılamak ve ilişkimiz olan insanların tipik özelliklerinin benzer olmasıdır.
Ayrıca ilişkinizi nasıl tarif ettiğiniz, çocukluğunuzun da tarifi olabilir. Örneğin, “Benim farkıma bile varmıyor” ya da “İhtiyaçlarımın karşılandığını hissediyorum” gibi sözlerimiz, çocukluğumuzun nasıl olduğuna ve onu aynen tekrarlayacak ilişkiyi nasıl kurduğumuzu bize gösterebilir.
Bluma Zeigarnik; tamamlanmamış işlerin hatıralarımızda tamamlanmış olanlara kıyasla çok daha uzun süre yer ettiğinden bahsetmiş ve bunu 1927 yılında ‘’Zeigarnik Etkisi’’ olarak tanımlamıştır. Bu tanım da göstermektedir ki; olumsuz veya eksikliklerimizi açığa vuran anılar olumlu ve tamamlanmış olanlara kıyasla çok daha uzun süre canlılıklarını korumaktadırlar. Ta ki anlamlandırılıp bir bütünlüğe kavuşana dek. Yani, aktarım bize cesetlerin yerini gösterir. Daha sonra ölüleri gömebilir ve canlılarla yaşamaya devam edebiliriz.
Daha tam olarak neye sarıldığımızı bilmeden, bir şeyi bırakmak özellikle zordur. Geçmişimiz ve oradan getirdiğimiz aktarımlarımız her an bizlerle, zaten olmaması da ne düşünülebilir ne de olabilir. Hal böyleyken aldığımız kararları doğrudan etkileyen ve birbirinin kopyası hataları tekrar etmemize neden olan aktarımlarımızın farkına varabilmek, basmakalıp hatalardan kurtulabilmenin ön koşulu olsa gerek. David Richo aktarımlarımızın farkına varmak için şu yolu öneriyor;
Öncelikle karşınızdaki kişilere dair fiziksel gerçeklerin farkına vararak başlayabilirsiniz: ayakta duruyor, konuşuyor, kollarını sallıyor, sağa sola bakıyor. Yalnızca şimdi ve burada olana yönelik bu ısrarlı odaklanma alıştırması, aktarımın etkisini azaltmanın bir yoludur. Çünkü yansıttığımız şeylerin bizi yolumuzdan çıkarmasına izin vermeksizin dikkatimizi o anda olan şeylere yoğunlaştırırız.
Daha sonra karşımızdaki kişiye gerçekten ne hissettiğini, ne söylediğini sorarız veya söylediklerinden bizim ne almadığımızı söyleriz ki karşımızdakini doğru anlayıp anlamadığımızdan emin olalım. Ona kendisini doğru anlamış olup olmadığımızı sorarız. Bunu yapmak gerçekliğe sızmış olabilecek herhangi bir kuruntu ya da aktarımı ortadan kaldırır.
Son olarak mümkün olan her an aktarımlarımızı bilinçli hale getiririz ve aktarımlarımızın aslında hayatımızda daha önce olup biten olayların bir yan ürünü olduğunu kabul ederek aktarımımıza yoğunlaşırız ve kendimize; Bu adam/kadın kime benziyor? diye sorarız.
Acaba birilerini hak etmedikleri halde göklere çıkartırken, birilerini de hiç suçları yokken yerin dibine mi sokuyoruz? Acaba aktarımlarımızın etkisiyle hayaletlerle mi savaşıyoruz? Ve böyle devam ettikçe bu savaşı kazanma şansımız var mı? Daniel Siegel sorularımızın cevabını veriyor sanırım;
Hayat hikâyemizi çözümlenmemiş sorunlarımız yazdığı sürece, kendi hayat hikayemizi kendimiz yazmıyoruz demektir. Bizler bu durumda, geçmişin nasıl biz hiç farkında olmadan devam ettiğini, bugün yaşadığımız deneyimlere nasıl sokulup, geleceğimizin yönünü nasıl tayin ettiğini kaydeden kayıt cihazlarıyız sadece. Hayatınızda bir şeylerin sürekli ters gittiğini ya da aynı hataları tekrar tekrar yapmaktan kendinizi alıkoyamadığınızı düşünüyorsanız bir ruh sağlığı profesyonelinden yardım alabilirsiniz.
İronik olsa da İbrahim Erkal’ın şu dizeleri aktarım fenomenini çok iyi izah etmekte;
Unutulanlar, (Bastırdıklarımız, geçmişin travmatik anıları…)
Unutanları (Bizi)
Asla unutmazlar. (Bir faydası olmadığı halde devam eden ilişkiler, tekrarlanan benzer hatalar.)
Ve Hz. Mevlana, farkında olarak yaşanan bir ömrü iyi betimlemektedir;
Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,
Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Sağlıcakla kalın…
Uzman Klinik Psikolog/Psikoterapist