MERSİN   FORUM  ÇÖZÜM   KLİNİK    PSİKOTERAPİ MERKEZİ


                                                  
HASTALIKLAR

ÖLÜM VE YASIN İNSAN PSİKOLOJİSİNDEKİ YERİ



ÖLÜM VE YASIN İNSAN PSİKOLOJİSİNDEKİ YERİ


DOĞUM VE ANNEDEN AYRILMA

İnsanoğlu doğarken annesine bağımlı olarak doğar ve doğası gereği yaşamda kalabilmek, varlığını sürdürebilmek için ilişkilere gereksinim duyar. Yaşamda kalabilmek, güven hissetmek ve mutlu olabilmek için sürekli bir bakım verene gereksinim duyan bebek, şefkat dolu bir ilişki kurabilir, fiziksel ve ruhsal açıdan almak istediklerini yeterince alabilirse, doğal bir gelişim içinde büyür. Bu büyüme ve gelişme sırasında, ilişkilerindeki sürekliliği, beraberindeki güven ve doyum duygularını içselleştirir. Ancak bu yolla, anne ile karşılıklı etkileşim içindeki bebek, sağlıklı bir ruhsal yapılanma kazanır. Bebeğin annesine bağımlılığı, yaşamda kalabilmek için bir bakım verene duyduğu gereksinim yüzünden bu kişiler onun için çok önemlidir. Bu nedenle ayrılık, yaşamın ilk anından itibaren tehlikelidir. Bebek yaşamda kalımını her halükarda sağlamaya çalışır  ve annesiyle kurduğu bağları tehdit eden bir çevreyi hemen algılar. Başlarda anneden gelen sevgi daha güçlüdür ve zamanla, bebek büyüdükçe kendisi de annesine karşı güçlü bir sevgi ve bağlılık hissetmeye başlar. Bu karşılıklı sevgi ilişkisi içindeki bebek yaşamda kalır, büyür, olgunlaşır. Bebek bu ilişki içinde kendisini güvende hisseder ve bunu sürdürmek için çaba harcar.

 

2-3 yaşına geldiğinde çevreyi merak etmeye ve dış dünyayla ilgilenmeye başlar. Ama dışarısıyla ilgilenirken annesiyle arasındaki bağı bırakmaz. Bu bağı, kendine güvenini sürdürmekte kullanır. Örneğin emekleyerek annesinden ayrılırken zaman zaman arkasına bakıp annesinin orada olup olmadığını kontrol eder. Annesi yakınlardaysa, onu görebiliyorsa daha rahatlıkla ve güven içinde dışarıya açılmaya devam eder. Annesine her bakışında, onun sesini her duyuşunda iç dünyasındaki anne adası, anne tasarımı canlanır. Biraz daha büyüyünce, mutlaka annesini görmesi gerekmez ama odasında oynarken annesinin hangi odada olduğunu bilmek ister. Zamanla, içindeki anne tasarımını canlı tutabilmek için onu doğrudan görmeye gerek duymamaya başlar. Daha da büyüyünce anne babasını evde bırakarak okula ya da akrabalarının yanına kalmaya gidebilir. Büyüdükçe uzakta kalabilme süreleri uzar. Yani yaşamın ilk yılları, çocuğun fiziksel ve ruhsal olarak anne-babasından ayrılma ve uzaklaşma alıştırmaları yaparak geçer. Bu o kadar önemli bir süreçtir ki çocuğun iç dünyasını önemli düzeyde biçimlendirir, renklendirir ve derinlik katar. Çocuk, fiziksel olarak uzakta kalabilmenin, bunu ruhsal bir yara almadan yapabilmenin, bağımlılığını yaşanabilir ve katlanılabilir bir düzeyde tutabilmenin yolunu; sosyal ilişkiler oluşturmada, semboller, tasarımlar ve bir fantezi dünyası yaratmada bulur. Bu aynı zamanda bir yastır da. Çocuk annesinden ayrıldığını algılar. Eğer buna katlanabilirse ve annesinden gerekli desteği ve şefkati görebilirse, anne dış dünyasında yok olurken, iç dünyasında annesinin bir tasarımını, sembolünü yaratır. Birçok farklı yönü ve öğesi olan bu sürecin ana omurgası 6-7 yaşına kadar oluşturulur. Daha sonraki yaşamda çeşitli rötuşlar yapılsa da ana omurga çok az değişir.

 

YAŞAMIN İÇİNDEKİ YAS

Ama bu tam bir yas değildir çünkü anne-baba dış dünyadaki varlığını sürdürür. Çocuk, onlar yaşadıkça iç dünyasındaki anne-baba tasarımına katkılar yapmaya devam eder. Bu yas, onlar öldüğünde, dış dünyadaki varlıkları sona erdiğinde, hem iç hem dış gerçeklikte yaşanarak devam eder. Kişi, artık anne-babasını yalnızca iç dünyasında yaşatabilir, çünkü artık dış dünyadaki varlıkları yok olmuştur. Şimdi iç dünyada onlarla vedalaşmanın, onlardan ayrılmanın zamanı gelmiştir. Öyle bir veda ki, bireyi daha da özgürleştiren, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan ve olgunlaştıran, yasın tutulduğu bir veda. Ölümle bitmeyen, ölümle başlayan, hüzünlü bir veda. Birey bu vedalaşmanın farklı biçimlerini yaşamındaki tüm önemli kişilerle, yerlerle, yaşam dönemleriyle ve cisimlerle yaşar.

 

Yas; kişi için önemli olan, sevilen, değer verilen birinin kaybına verilen tepkidir ve tüm geçmiş kayıpları da canlandırır. Önceki önemli yaslar da anımsanır. Başka bir deyişle büyürken tuttuğumuz ve tutamadığımız yaslar, o anki yasımızın niteliğini belirler. Tutulmamış yaslar bir yük olarak gelir ve şimdiki yası zorlaştırır. Ama kişi önceki kayıplarının yasını tutabilmişse, nasıl yas tutulacağını öğrenebilmişse, yeni kaybının yasını daha kolay tutacaktır, tutabilecektir.

 

NASIL YAS TUTULACAĞI AİLEDE ÖĞRENİLİR

Bir kayıpla karşılaşan çocuk nasıl yas tutacağını ailesinden öğrenir. Çocuğun ebeveynlerinden birisi bir kayıp yaşadığında ve bunun yasını tuttuğunda çocuk da onların nasıl yas tuttuğunu görür, deneyimler. Bu sırada anne-babanın çocuğa yaklaşımları önemlidir. Örneğin çocuklarının ev hayvanı öldüğünde onunla birlikte hayvanı gömen, bir cenaze töreni düzenleyen, çocuğunu dinleyen, ağlamasına ve üzülmesine izin veren, çocuklarının kaybettiği oyun arkadaşını anımsayabileceği bir fotoğraf albümü ya da bir anı köşesi hazırlamasına yardım eden bir anne-baba hem çocuklarının yas tutmasını sağlayacak hem de yastaki acıya ve yoğun duygulara katlanmayı ve yas tutmayı öğretmiş olacaktır. Çocuk, böyle deneyimleri tekrar tekrar yaşayarak sevilen kişilerden, yerlerden, durumlardan ayrılmayı öğrenir.

 

ESKİ KAYIPLAR

Yasın çözümlenmesinin, yasın tutulmasının önemli olmasının nedenlerinden birisi de, iç dünyamızda karşılaştığımız sorunlarla ilgili olarak zihnimizin çalışma biçimiyle bağlantılıdır. Eğer kişi için önemli bir konu, mesele ya da sorun varsa ve bu belli bir düzeyde işlenmemiş ise bilinçdışında varlığını ve etkinliğini sürdürmeye devam eder. Eğer çözümlenebilmiş, işlenebilmiş ya da yüceltilebilmiş ise bir deneyim olarak kaydedilir, bir model olarak kullanılır. Benzer sorunlarla, konularla, kayıplarla karşılaşıldığında önceki deneyimden elde edilmiş olan kazanımlar buralarda kullanılır. Bununla beraber yas gibi konular çözümlenmiş ve işlenmiş olsalar da, bir başka kayıpla ve yasla karşılaşıldığında alevlenirler. Ama tutulmuş yaslar bir anımsama, beraberinde bir üzüntü ile yeniden yaşanırken, tutulmamış yaslar sanki daha yeni olmuş gibi etkilerini hissettirirler, eskimemişlerdir, yoğun bir acı ile anımsanırlar. Kişinin önceki yaşamında tutulmamış yasları varsa her yaşanan yeni kayıp yükünü, ağırlığını arttıracak, yasını tutmayı ve yaşamını zorlaştıracaktır.

 

Yaşamın nasıl bir akışı, gidişi var ise yas sürecinin de bir akışı, bir seyri vardır. Nasıl ki yaşayışımızı, var olmamızı zorlaştıran, engelleyen durumlarla karşılaştığımızda mücadele edip bunları ortadan kaldırmaya ya da bunlara uyum sağlamaya çalışıyor isek, yas süreci de böyle olmalıdır. Sevilen bir kişinin kaybından sonra yas tutulurken, dış dünyadan ya da kişinin iç dünyasından gelebilecek engellemelere ve zorlamalara karşı kişinin kendisi ve yakınları dikkatli olmalıdır. Bir zorlanma, bir ilerleyememe, bir sıkıntı hissedilirse kişi ya da yakınları bunun nedenlerini araştırmalı, çözüm aramalıdır. Yalnızca bunun üzerinde durulması bile yas sürecinin korunmasında, ilerlemesinde ve sonlanmasında yeterlidir. Yas için psikolojik destek ya da psikiyatrik yardım alındığında da temel olarak buna dikkat edilir. Yasın tutulabileceği koşulların sağlanması, yaşananların dile getirilebileceği bir ortam hazırlanması ile birlikte yas ile ilgili zorlukların büyük bir kısmı aşılacaktır.

 

YAS ÜZERİNE ÇALIŞAN BİLİM ADAMLARI

İnsanın ölüme verdiği tepkileri, yası ve bunların melankoli ile bağlantısını inceleyen Freud, bu konuya odaklanan ilk kişilerdendir. Yas ile ilgili araştırmalar, yas sürecindeki kişilerde gözlenen psikiyatrik belirtilerin tedavisinin ele alınması ile başlamıştır. Daha sonra 1937’de Deutsch “bir yakınının kaybından sonra kişide yas belirtilerinin olmaması” durumunu ele almıştır. 1944 Lindemann, Coconut Grove faciasında ölen kişilerin yakınlarının kayba verdikleri tepkileri araştırmış ve 101 kişi üzerinde yaptığı bu çalışmanın ardından ortak tepkileri sınıflamıştır. Daha sonda Pollock (1961) yas, yasın insan üzerindeki etkileri ve insanların yakınlarını kaybettikten sonra yaşama nasıl uyum sağladıkları konusunda çalışmıştır. Anne ve çocuk arasındaki bağı, ayrılmayı ve kaybı araştıran Bowlby, bu araştırmalarında kişinin yaşamındaki önemli kişilerin ölümüne verdiği tepkiyi bu kişilerle kurulan bağlar ve bağlanma üzerinden araştırmıştır. Bağlanma kuramını esas alan Parkes da kayıp, ölümün ardından gelen ilk yıl, çeşitli kültürlerde kayba verilen tepkiler ve yas sürecindeki danışmanlık üzerinde yayınlar yapmıştır. 1973’de yayınlanan, Türkçe’ye de çevrilen “Ölüm ve Ölmek Üzerine” adlı kitabıyla Kübler-Ross yas sürecinin anlaşılması ve kolaylaştırılması üzerine çok değerli bir yapıt bıraktı. Kübler-Ross ölümüne yakın bir zamanda, bir veda gibi, yas üzerindeki düşüncelerini Kessler’a anlattı ve Kübler-Ross’un ölümünden kısa bir süre sonra Kessler, “Yas ve Yas Üzerine” adlı bir kitap yayınladı. 1981 yılında yayınladığı “Bağlantı Nesneleri ve Bağlantı Kurma Olgusu” adlı kitabında, karmaşıklaşmış yas tepkileri veren 150 hasta üzerinde yaptığı araştırmanın sonuçlarını yorumlayan Volkan, bu hastaların karmaşıklaşmış yas süreçlerinin özellikleri ve yaslarının nasıl çözümlenebileceği üzerinde durmuştur. Bu hastaların ölen yakınları ile bağlarını sürdüren bağlantı nesnelerinin olduğunu ve bu nesneler ile çalışılarak yas sürecinin ilerletilebileceği ve bir yeniden yas tutma sürecine girerek bu kişilerin iyileşebileceğini vurgulamıştır. Yalom, varoluşçu psikiyatri başlığında ele aldığı ölüm ve yaşam kavramlarını, özellikle kişinin psikolojisindeki etkileri bağlamında araştırmış ve “Varoluşçu Psikiyatri”, “Annem ve Hayatın Anlamı”, “Ölümle Yüzleşmek” gibi birçok kitabı dilimize de çevrilmiştir.

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam48
Toplam Ziyaret344122
KİŞİSEL GELİŞİM-MAKALELER